25 Eylül 2013 Çarşamba

...

güçlü her zaman güçsüzü ezmiş..... 



1957 yılında Amerika nın güneyine araştırma yapmak üzere üs kuran Nasayı
Bir gün küçük bir Kızılderili çocuk farkeder
Ve koşa koşa epeyce uzakta bulunan kamplarına gidip büyükbabasına haber verir

- Büyükbaba, beyaz adamlar gelmiş, aşağıdaki vadide gördüm ...
...- Çok kalabalıklar ve bir şeyler yapıyorlar ...

Yaşlı Kızılderili homurdanmaya başlar, belli ki epeyce sinirlenmiştir ...

- Onlarla konuştun mu ...?

- Hayır, beni görmediler ...
- Ben büyük tepenin üzerinden onları izledim ...
- O zaman yarın yanlarına git ve orada ne aradıklarını sor ...

Küçük kızılderili ertesi sabah yola koyulur ...
Üsse varır ve beyaz adamlardan birinin yanına gidip ...

- Burada ne yapıyorsunuz ...?

Beyaz adamlardan birkaçı küçük kızılderilinin basını okşarlarlar ...
Ona gülümserler ve ...

- Hani geceleri gökyüzünde parlayan birşey var ya, biz buradan onu seyrediyoruz ...

- Ay ımı ...?
- Peki ama neden ...?

Adamlar küçük çocuğun sorusunu yine gülümseyerek yanıtlarlar ...

- İleride ...
- Çok yıllar sonra buradan oraya insanları götürebilmek
- Ve orada yeni bir hayat kurabilmek için ...
- Anladın mı ...?

Küçük kızılderili şaşkınlığını gizlemeye çalışarak ...

- "Anladım" der ve koşa koşa uzaklaşır.

Öyle hızlı koşmuştur ki, kampa geldiğinde konuşamaz haldedir ...
Hemen büyükbabasının yanına gider ve kendisine söylenenleri bir bir anlatır ...
Yaşlı Kızılderili torununun anlattıklarını dinledikten sonra iyice sinirlenir ...
Bağırıp çağırmaya başlar ...
Ertesi sabah yine torununu yanına çağırır ...
Hayvan derisi üzerine kızgın bir çubukla...
Ve kendi lisanınca yazdığı not u torununa uzatarak der ki ...

- Bunu al, beyaz adamlara götür ve onlara de ki ...
- Bunu büyükbabam gönderdi ...
- Oraya, yani Aya gittiğinizde bunu oradakilere verecekmişsiniz ...

Küçük Kızılderili kendisine söyleneni aynen yapar ...
Üsdeki beyaz adamlardan birine notu verir ...
Büyükbabasının söylediklerini de iletir ve yine koşar adım uzaklaşır ...

Üs çalışanları, belli bölümleri yakılmış deri parçasına bakıp, bakıp saatlerce gülerler ...
Ancak aradan bir kaç gün geçtikten sonra, Yaşlı Kızılderili o notla ...
Sözde ayda yaşayanlara nasıl bir mesaj iletmek istedigini merak etmeye başlarlar ...
Bu merak günden güne öylesine büyür ki, bir tercüman çağırmaya karar verirler ...

Tercüman geldiğinde herkes bir araya toplanır ve merakla beklemeye başlarlar ...
Bu arada gülüşmeler hala ara ara devam etmektedir ...
Tercüman deri parçasını eline alır, okur ve ağlamaya başlar ...
Herkes şaşkındır, gülüşmeler yerini iyiden iyiye meraka bırakmıştır ...
Tercüman yaşlı gözlerini kalabalığa çevirir ve der ki ...

- Not aynen şöyle;
- Bu adamlara dikkat edin, elinizden topraklarınızı almaya geliyorlar..!

18 Haziran 2013 Salı

Mizah ve ince eleştirinin harmanlandığı yazıları seviyorum işte Şevket Sürek yazarımızın güzel bir yazısı bu günleri anlatan yazısı ile )) 

TUTUKLU PİYANO ! (Şevket Sürek)
Gezi parkta bir çok ilk yaşadık.
Ammaaa,
Bir ilk vardı ki,
Taksim meydanından başka hiç bir yerde bir daha asla yaşanmayacak.
O meydanda bir Piyano tutuklandı!
Piyano ile birlikte,
Sol anahtarı,
Do,
Re,
Mi,
Fa,
Sol,
La,
Si,
Do’ da tutuklandı!
****
Sadece notalar değil,
Nevit Kodallı,
Joseph Haydn,
Mozart,
İdil Biret,
Wagner,
Johann Starauus
Fazıl Say,
Pekinel Kardeşler,
Beethoven,
Richard Claydermen,
Barış Manço,
Cem Karaca,
Ve daha nice müzik insanı tutuklananlar arasında!

****
Alman piyanist Davide Martello,
Gezi park eylemcilerine destek vermek amacıyla,
İki gün ve gece Taksim meydanında çaldığı piyano suçlu bulundu!,
Daha doğrusu, piyanist Martello’nun çapulcu sıfatıyla ‘’terörist’’!
Piyanosun da ‘’suç aleti’’ olduğu ilan edildi.
Hal böyle olunca,
Piyano tutuklanarak yeddi-emin otoparkına konuldu.
Martello piyanosunu almak için girişimde bulundu,
Ancak ‘’kabahatler kanunu gereği çevreyi rahatsız ettiği’’ gerekçesiyle 160 lira ceza ödemesi istendi.
Bu meblağı ödemezse piyano tutuklu kalacak!

****

Böyle tavrı, böyle bir haberi dünyanın neresinde, kime , nasıl anlatabilirsiniz?
Notalarla,
Müziğin rengiyle, ahengiyle,
Klasik,
Caz,
Popüler,
Konçerto,
Barok,
Şarkı,
Türkü tarzlarındaki ezgilerle,
Yapılan masum bir barış eylemi.
Tamamen bir pasif protesto şekli.
Aktif ya da pasif ama adı protesto!
Bu olmaz işte!
Ne şekilde ve nasıl olursa olsun yapmayacaksın,
Müzikle dahi olsa otoriteye karşı durmayacaksın!

****

Polis bakıyor,
Meydanın ortasında,
Kalabalıkların ortasında,
Üzerinde hayli büyük kapağı olan!
Üç ayaklı kocaman bir şey!
Bazı kağıtlarda adına nota denilen bazı şifreler yazılmış!
O şifrelerle kim bilir kimlere mesaj veriyor?
Bir de çok sayıda siyah, beyaz tuş var,
Siyah , beyaz renkler tehlikeli,
Çarşı işi olabilir!
Üstelik, çalan kişi notalarla kim bilir ne mesajlar veriyor?
Dahası biber gazı, tazyikli su da tesir etmiyor,
Tutuklayın!
****

Piyano , bu akıl dışı gerekçelerle ,
Tutuklu!
Cep telefonuna ve karavanına el konulan,
Piyanist Davide Martello piyanosunu alamıyor!
Biber gazı,
Tazyikli su,
Plastik mermiler,
Polisin acımasız tavrı,
Yöneticilerin diktatör hevesleri,
Yalanları, inatları, uzlaşmaz tavırları,
Bir şekilde tüm dünyaya anlatabilirler.
Gelin görün ki,
Sanatın,
Notaların,
Müzik insanlarının,
Müziğin,
O müziği dile getiren aletlerin tutukluluğunu kimseye anlatamazsınız!

23 Mayıs 2013 Perşembe

Blog sayfası önerim :)

   Blog ailesine yeni katılan bir dostumun blogunu sizlere tanıtmak istiyorum keyifle okuyacağınız paylaşımlarında tebessümü hissedeceğiniz blog sayfasını takip öneririm http://yelizeksi.blogspot.com/2013/05/degismez-taahhut-sevgi.html?spref=fb    Hoşgeldin yelizeksi blog :)

13 Mayıs 2013 Pazartesi

Ey kahraman ürk kadını

İnsan topluluğu kadın ve erkek denilen iki cins insandan mürekkeptir. Kabil midir ki, bu kütlenin bir parçasını ilerletelim, ötekini ihmal edelim de kütlenin bütünlüğü ilerleyebilsin? Mümkün müdür ki, bir cismin yarısı toprağa zincirlerle bağlı kaldıkça öteki kısmı göklere yükselebilsin? 

Ey kahraman Türk kadını, sen yerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın. 

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK    


           Bir ülkenin gelişmişliğini anlamanız için kadınına verdiği önemden anlarsınız... 

12 Mayıs 2013 Pazar

Ateş düştüğü teri yakar...

  Hatay ilimizin Reyhanlı ilçesinde eş zamanlı olarak yapılan terör saldırısı ile bir çok insanımızın can kaybına Türk vatandaşlarının isyanını anlatan en iyi fotoğraf karesi

 


    Çok daha kötü görüntüler vardı, yaralı ve ölü insanlarımızın görüntülerine yürek dayanmıyor.. Yayın yasağı konması ile gerçek ölü sayısının saklanması ile halkın gerçekleri bilmemesi isteniyor... Güneş balçık ile sıvanmaz gerçeğin üstüne ne kadar örtebilirsiniz ki... Yıkılan kayıp giden hayatları geri getiremezsiniz..

    Lanetleyerek yada kınayarak terörizmin son bulmasını beklemek en aciz davranış biçimi olarak görüyorum.. Devlet isen yönetiyor isen bunun çözümünü bulacaksın, beceremiyorsan gideceksin... ... iktidarın tüm gücünü halkı sindirmeye kullanıyor yazık... Türk Milleti Bunu Unutacak olursa kendi eli ile kendini bitirir... 

10 Mayıs 2013 Cuma

Unutursan yok olursun

  Geçmişini unutan geleceğini güvenle bakamaz.. Devlet kuran, imparatorluklar ile bunu taçlandıran Türkler ne zamanki rehavete kapılıp, özünden bir şeyler kaybettiği an yıkılmışlardır..



            Günümüzde işleyen süreçte, bunun doğruluğunu kanıtlıyor yakın bir gelecekte Türk milleti buna dur demez ise ülke bölünecek.. Taviz üstüne taviz verilirken bunun geri dönüşünün olmayacağını kimse  görmek istemiyor...
                

         
            

       . 
        Sözleri ile gerçekleri yüzümüze vuran saygı duyduğum bir lider... 

       Ergenekon ruhunun tekrar dirilmesi gerekiyor... Türk Titre kendine gel 



  

5 Mayıs 2013 Pazar

Okunması Gereken Bir Yazı

OKUNMAYA DEĞER BİR YAZI.


Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Hazretlerine

İkide bir “demir ağlarla kim örmüş, hep biz ördük” deyip duruyorsunuz, Atatürk zamanında yapılanları sıfıra indiriyorsunuz. Eğer biraz tarih bilseniz bunu söylemeye utanırdınız, yüzünüz kızarırdı. O günkü örülen demir ağlar yalnız tren yolları değildi: güçlü eğitim, gü

güçlü ekonomi, güçlü demokrasi , güçlü laiklik temelleri atılmasaydı, ne siz bu gün o mevki gelebilirdiniz, ne de gösteriş olarak başlarını örttürdüğünüz, yüzleri gözleri boyalı eşlerinizi gavur ülkelerine götürüp, gavurların ellerini sıktırabilirdiniz. Özendiğiniz Müslüman ülkelerin arasında hangisi bizim ülke gibi? Kendi kıyafetinizi bile o demir ağlara borçlusunuz.

Hazinesinde borçtan başka bir şey olmayan Osmanlı devleti yıkıntısı üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti, toprağından bir damlasını satmadan, kimselerden borç almadan, bir taraftan Osmanlının, diğer tarafta yenilmediğimiz halde yenilmiş sayıldığımız birinci Cihan savaşı borçlarını öderken, yapılan işler yanında sizinkiler çocuk oyuncağı kalır. Okuma yazma, hatta sabun kullanma bilmeyen, verem, sıtma, zührevi hastalıklar, trahom gibi bulaşıcı hastalıklardan kahrolan zavallı fakir bir halk. Devletin geliri bu halkın verdiği vergilerdi. İşte o vergilerle o alay ettiğiniz demir ağlar yapıldı. Kısa zamanda elin parmakları sayımında doktorların özverileriyle hastalıkların önü alınmaya çalışılırken neler yapıldı neler!.

Koskoca ülkede bir çimento fabrikası yoktu. O yüzden evler kerpiç denilen çamurla yapılıyordu. Şeker fabrikamız yoktu. Rusya’dan gelen şekerleri bugün gibi hatırlıyorum. Evet şeker fabrikaları, çimento fabrikalar, kâğıt, silah, uçak fabrikası, kumaş fabrikaları kuruldu. Hem de ülkenin batısından doğusuna kadar dağıtıldı bu fabrikalar. Avrupa’dan bize, yenilemekte oldukları fabrikaların eskilerini ucuz fiyatla satmak istediler. Eskiyi almak yine geri kalmışlıktır, diye alınmadı. Batıda “Atatürk Fabrikaları” diye adlandırılan o fabrikalar tiyatro, spor, müzik salonları ile bir kültür merkezi, çalışanlara her türlü rahatı sağlayan bir sosyal kurumdu. Ama bu fabrikalarda çalışacak biraz olsun işten anlayan işçimiz, teknisyenimiz, mühendisimiz yok gibiydi. Bunlardan bir kısmı burada bizim insanımızı eğitmek için dışarıdan getirtildi bir kısmı da Rusya’ya eğitilmek üzere gönderildi. İnsanımız o kadar yetenekli idi ki, kısa zamanda gerekli olanları öğrendi ve işleri ele aldı. O yüzden Atatürk, “Türk çalışkandır, zekidir” demiştir. Siz ise başa geçer geçmez alın teri ve büyük bir özveri ile yapılmış o güzel tesisleri satıp satıp yediniz yedirdiniz.

Ülkenin doğusu ve batısı düşman eliyle yanmış yıkılmıştı. Bir taraftan onlar onarılıyor, hastaneler okullar yapılıyor, diğer taraftan Ankara bir başkent olacak şekilde yapılandırılıyordu.

Hemen hemen hiç kara yolu yoktu. Onun için Atatürk, Osmanlı devleti zamanında “ne olurdu her vilayet senede bir kilometre yol yapsaydı, 500 yılda beşer yüz kilometre ile şehirler birbirine bağlanacaktı”, demişti.

Olan demir yolları da yabancıların elinde idi. Yalnız o mu daha bir çok kurum yabancılara aitti. Bütün onlar ellerinden alınarak ülkenin malı yapıldı. Onların üzerine 3000 kilometrelik tren yolu yapıldı ki, o zaman şimdiki gibi dağları bir anda oyacak makineler yoktu. Tüneller kazma ile kazıldı. Elde onları planlayacak hesaplayacak mühendisler yoktu. Hatta trenlerde çalışan makinist gibi memurlar bile hep Rum, Ermeni olduğundan bu konuda çalışacak insanımız da yoktu. Onun için böyle kimseleri yetiştirmek üzere okul açıldı. Tren rayları yapmak için fabrika kuruldu. Şimdi ki gibi ne gerekse dünyanın her yerinden getirilmedi.

Kilometrelerce kara yolu köprüler yapıldı.

Demir ağın bir ayağı olan “çağdaş eğitim” ne kadar önemliydi. Batı araştırmalarda icatlarda almış yürümüştü. ama biz de ne doğru dürüst ilk okul, lise ve ne de araştırmalar yapacak üniversite vardı. O yüzden Osmanlı devleti geri kalmış ve yıkılmıştı. Okullar açılsa eğitecek kimse yoktu. O yoklukta bir çok alanda eğitim almak üzere Batıya başarılı pek çok gencimiz gönderildi. Onlar daha yetişmeden Hitler’in Yahudi oldukları için işlerinden attığı çok değerli bilim insanlarının bize sığınmak istemeleriyle onlara açılan kapılarımız sonucu büyük bir eğitim atılımı başladı. İstanbul’da Darülfünun denilen okul tam bir üniversite oldu. Hukuk, Siyasal Bilgiler, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi gibi fakültelerle Ankara Üniversitesinin temeli atıldı. Gelenlere istedikleri kitaplıklar, laboratuarlar sağlandı. Onların derslerini Türkçeye çevirecek çevirmenler bulundu. Bunların hepsi para ile oluyordu. O paralar, o fakir halkın vergileriyle sağlanıyor, kimseye para yedirilmiyor, rahmetli Başbakan İnönü “kimseye bir kuruş yedirmem” diye bar bar bağırıyor, yedirmiyordu. Böylece güçlü bir eğitim temeli atıldı. O yüzden Başbakan hazretleri! istediğiniz dalda uzmanları elinizin altında bulundurabiliyorsunuz. Bundan sonra İmam Hatipler’de yetiştireceğiniz dindar ve kindar o zavallı gençleriniz, Allah’a dua ederek, yalvararak size yardımcı olurlar. Böylece elinize aldığınız bu güzel ülkeyi kendinizle toprağa gömerek tarihe kara harflerle geçersiniz.    





Muazzez İlmiye Çığ